Sabah’ta Mehmet Barlas yazınca haberim oldu:

“İxtanbul.com” sitesinin anketinde yüzde 20 oyla “Türkiye’nin en entelseksüeli” seçilmişim. Hıncal Uluç, yüzde 14 ile ikinci, Ali Kırca yüzde 12 ile üçüncü… Baktım listedekilerin hepsi erkek… ve Orhan Pamuk dışında hepsi köşe yazarı…

Barlas, anketle inceden dalgasını geçerken, (demek ki) listenin altında kalanların üsttekiler kadar “anlaşılmaz veya gizemli” olmadıklarını yazıyor; nafile bir tartışmayı kışkırtırcasına…

* * *

İnsan ne kadar ciddiye almasa da merak ediyor, (anketin deyimiyle) “entelektüel”in seksüel hayatına duyulan ilginin nedenini…

Acaba kalemini kağıda sürte sürte kıvılcımlar çıkaran bu insanların, yazdıklarını gerçekten yaşayıp yaşamadığını mı merak eder hayranları..?

Yazının yaşama mesafesini mi ölçmek isterler?

Ahmet Altan bir günah çağrısı gibi anlattığı o mağrur kadınlara dokunmuş mudur gerçekten?

“En seksi erkek” yarışmalarının mütemadi galibi Ali Kırca, unvanını hak etmekte midir?

Hıncal Uluç, hakkında yazacağı bir satırı yüreği titreyerek bekleyen o güzelim mankenleri kaleme alırken hiç mi etki altında kalmamıştır?

Yazdığını yaşar mı yazar? Yoksa yaşayamadığını mı yazar?

* * *

Belki yaşgününde bir portresinin hediye edilmesidir kadınları yaratıcı erkeklere çeken; belki günün birinde kendini bir roman kahramanı olarak görme tutkusu… Bir sabah uyandığında kendisi için bestelenmiş şarkıyı, milyonlarla birlikte radyoda dinlemenin coşkusu…

Ona farklı dünyaların kapısını açacak, ama en önemlisi kendi ruhunun altın anahtarını sunacak, yani onu anlayacak bir erkek…

Belki de seksapeli, bu farazi çilingirliğinden geliyor entelektüelin…

* * *

Kimsenin hayalini kırmak istemem, ama biraz tarih bilen herkes o çilingirin kaç kapıdan mahzun döndüğünü hatırlar.

Dünyanın en seksi kadını, bir entelektüelle evlenmişti; ama bu, onu intihara sürüklenmekten kurtaramadı. Oysa Marilyn Monroe da, ruhunu kaplayan buzları ünlü yazar Arthur Miller’ın eriteceğini sanmıştı.

Leon Tolstoy, baldızıyla baloya gittiğinde, evde yalnız bıraktığı hamile eşinin gözyaşı döküp, günlüğüne “Ne kadar monoton bir hayatımız var” diye yazdığından bihaberdi.

Bütün dünyanın sevdiği Dostoyevski, ünlü romanında İvan Karamazov’a şöyle dedirtmişti:

“En zor seveceğiniz kişi, en yakınınızdakidir”.

* * *

Romanlarında kadınları en derinden kavrayanlar, aşkın kitabını yazanlar, neden “en yakınındaki” kadınları anlayamamış, aşkları yazdıkları gibi yaşayamamışlardır ki Yaşamakla yazmanın tamamen ayrı şeyler olmasından mı?

Herhalde…!

Cesare Pavese’ye göre “Öykü ve şiir yazmak için doğmuş olanlar, aşık olmakla yetinemezler. Çünkü aşkın, sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur”.

Oscar Wilde, sanatçının nasıl (sadece) tutkularıyla yaşadığını daha kısa yoldan anlatmıştır: “Şu dünyada, sadece iki trajedi vardır: Biri istediğini elde edememek, ötekisiyse elde etmek…”

Belki de aşk, yaşanmaktan çok yazılmaya müstahak bir duygudur “entelseksüel” için…


Can Dündar