İlk intibalar ve kanıksamalar.

Bu senenin nedense en çok beklediğim birkaç albümünden birini yazıyorum şu an. Giderek heyecanını yitiren bir grup olsa da, geçmişteki güzellikleri nedeniyle sadakatimi kaybetmediğim, kendimi hâlâ bir hayranları olarak nitelendirebileceğim bir grup SOILWORK. İlk duyduğum 1999-2000 yılları civarında gerçekten de taze bir nefesti SOILWORK. Melodik death metalin henüz günümüzdeki kadar vıcıklaştırılmadığı, hakikaten iyi yapıldığı zamanlar olmasına rağmen, SOILWORK bir şekilde aradan sıyrılmış ve kendine özgü harmonik gitarlı ve çeşitlendirilmiş vokalli yapısıyla pek çok insanın kanını kaynatmayı başarmıştı.



Pek çok şarkısı farklı anlarıma soundtrack olmuş bir gruptur SOILWORK. Hani bazı şarkılar bazı anlarda dinlediğinizde size dünyanın en güzel şeyiymiş gibi gelir ya, işte SOILWORK’ün de böyle imzaları vardır kimi anlarıma. Hatırlıyorum da, bu anların sonuncusunu 2003 yazında bir sabah plaja inerken (konsepte gel) yaşamıştım. Plaj yolunda kulağımdaki kulaklıktan beyime dolan Rejection Role, bana dünyanın en gaz şarkısıymış gibi gelmiş, içimden “SOILWORK ulaaaaan!” diye bağırtmıştı.



Bu son cümle her ne kadar o an için gayet güzel gözüküyorsa da, şimdi bakınca aslında nahoş bir durumu da ortaya koyuyor. Zira o an, SOILWORK dinlediğim için kendimi şanslı saydığım belki de son andı. Evet, tam yedi yıl önce.



Seveni sevmeyeninden daha az olan bir grup SOILWORK; en azından klasik türlerin daha çok el üstünde tutulduğu ve tutuculuğunu yavaş yavaş kıran ülkelerde. Basının “modern metal” yaftasıyla yorumlamaya çalıştığı mutant bir melodik death metal icra eden grup, günümüzde artık death metalliğini neredeyse tümüyle bir kenara koymuş ve içinde çeşitli vokal türlerinin yer aldığı melodik bir metal grubuna dönüşmüş durumda. Zaten progresif metal gruplarının bile sert/yırtıcı/brutal’imsi vokal türlerini de kullanmaya başladığı günümüzde, sadece vokalleri sert diye bir grubu death metal sıfatının altına sokmak elbette ki doğru değil.



“The Panic Broadcast”e geçmeden önce albümün SOILWORK açısından nasıl bir önem teşkil ettiğine değinelim. Ne tesadüftür ki, Peter Wichers’ın SOILWORK’e veda ettiği 2005 Vancouver konseri sırasında salonda yer alan bir insandım. O sırada böyle bir şey konuşulmuyordu, ancak konserin birkaç gün ardından Wichers’ın “Bana müsade” mesajını görmüş ve kendimi şanslı mı şanssız mı saymam gerektiğini bilememiştim.

Wichers’ın kendini geliştirmeye adadığı bu 3 yıllık yokluğunda grup “Sworn to a Great Divide”ı çıkarmış ve çok parlak tepkiler alamamıştı. SOILWORK’te olmadığı süre içinde büyük oranda NEVERMORE tayfasıyla takılan Wichers, 2008 yılında gruba geri dönmüş ve bu sayede de yeni albüme dair beklentileri arttırmıştı. Zaten uzun süre önce Dirk gibi bir öküzü davul setinin arkasına alan grup, SCARVE sömürüsünü gitarlarda da devam ettirmiş ve ayrılan Frenning’in yerine Sylvain Coudret’yi saflarına katmıştı.



Peki “The Panic Broadcast” nasıl bir albüm?

Öncelikle söylemem gereken, grubun son yıllardaki aşırı formülize tarzını biraz biraz kırmış olmasından mütevellit, “The Panic Broadcast”in ilk dinlemelerde kulağa gayet güzel gelmesi. Sırtını her zaman nakaratlara yaslayan grubun bu kez bunu asgari oranda tutup son birkaç albümdür boşladığı gitar riflerine olanca gücüyle abanmış olması, “The Panic Broadcast”i ilk intiba anlamında gayet başarılı gösteriyor. Dirk Verbeuren’in SOILWORK kariyerinin en iyi performansı ve Sylvain Coudret’nin serbest bırakıldığını belli edercesine yaratıcı ve güzel sololarıyla, “The Panic Broadcast” en azından güçlü, ter akıtılmış ve çok uğraşılmış bir albüm olduğunu kanıtlıyor.

Wichers’ın tabiriyle “Dimebag olmasaydı, PANTERA olmasaydı SOILWORK de olmazdı” dediği blues tabanlı rifleri albümün her yanını sarmış durumda. Şahsen blues tabanlı riflerin hastası olmayan bir dinleyici olarak, misal Wichers elinden çıkma The Thrill’in giriş rifindeki gibi mutasyona sokulmuş ve son derece yaratıcı hale getirilmiş blues’umsu riflere de bir şey diyemiyorum elbet. Bu açıdan, “The Panic Broadcast” grubun “A Predator’s Portrait” dönemlerini akla getiren bir aktif müzisyenlik barındırıyor. Kaç albümdür yan gelip yatan ritim gitarlar, neyse ki tekrardan dizginleri ellerine alıyor. Öyle ki, “The Panic Broadcast” grubun bugüne kadarki en az melodi barındıran albümlerinden biri. Bu gitar etkinliği, doğal olarak albümdeki klavye kullanımını da geriye atıyor, ancak bu konuda grubun klavyecisi Sven Karlsson da “Albümün sound’u ve gitmesi gereken yön bunu gerektiriyordu, kimi yerlerde daha az klavye olmasını bizzat ben istedim” diyerek bunun bilinçli bir durum olduğunu ortaya koyuyor.



Lâkin “The Panic Broadcast”i tam bir başarı olarak nitelemek de mümkün değil.

Albümü dinledikçe, kimi parçaların biraz fazla öne çıktıklarını, veyahut bazı parçaların sadece “kötü olmayan”, ancak çok da bir özellik taşımayan yapıda olduklarını fark ediyorsunuz. Albüme giren ve ismiyle TERROR 2000′ı anmamızı sağlayan Late For the Kill, Early For the Slaughter, kayıtlar sırasında son anda yazılan Two Lives Worth of Reckoning, yakınlarda klibini göreceğimiz Deliverance is Mine ve King of the Treshold gibi yırtıcı ve gaz parçalar, grubun daha bir parladığı anlar olurken, özellikle slow parçalarda ve albümün sonuna doğru görülen bir sıradanlaşma ve heyecan azalması durumu hissediliyor. Elbette ki her dinleyicinin favori anları, parçaları vardır, ama ben son üç şarkının albüme çok da bir şey katmadığını düşünüyorum. Diğer yandan albümün bonus şarkılarından Sweet Demise bu üç şarkıdan daha güçlü bir parça. Yine bir bonus olan ve en sevdiğim SOILWORK şarkıları arasındaki Sadistic Lullaby’ın yeni hali de fena olmamış; katledilen soloları hariç.


Şu ana kadar adını anmadığım Björn ise bildiğimiz Björn. Sesini az da olsa zorladığı ve güzel melodiler yarattığı kimi anlar dışında eski Björn’den bir eksiği ya da fazlası yok. Onu her zaman başarılı bir vokalist olarak görmüşümdür, yine aynı şekilde düşünüyorum.

Son olarak değinmek istediğim konu ise, albüme gösterilen ilgiyle ilgili. Ben çok uzun bir zamandır -buna çok büyük grupların çıkardığı albümler de dahil- bir grubun yeni albümünü internete düşürmemeyi bu kadar uzun süre başardığını hatırlamıyorum. Grubun bizzat yayınladığı ve sonradan tek tük internete düşen kimi şarkılar dışında, albümün internete düştüğü tarih 1 Temmuz 2010. Yani piyasaya çıkışından yalnızca bir gün önce. Buna rağmen albümün çıktığı hafta ulaştığı satış rakamları gayet iyi. Pek çok gruptan ve dinleyiciden duymuşsunuzdur, “Artık insanlar önceden indirip dinlemedikleri, nasıl olacağını bilmedikleri bir şeye para vermiyorlar”. Demek ki bu kural o kadar da doğru değilmiş. Zira “The Panic Broadcast” çıktığı hafta Almanya’nın en çok satan 24., Finlandiya’nın da 17. albümü. Ayrıca Amerika Billboard listesine 88. (5.300 adet). Avrupa Billboard listesine ise 67 numaradan girmiş. Bunlar sadece bir kısmı internete düşen bir albüm için gayet iyi rakamlar.




Kapatırken, “The Panic Broadcast”i grubun diskografisinde önemli bir yerde görmediğimi, albümün son dönemlerine oranla iyiye doğru bir adım olsa da müzikâlite açısından yeterli olmadığını, buna rağmen iyi niyetli ve uğraşılmış bir çalışma olduğunu da belirtmek isterim. SOILWORK’ün güzel zamanlarını bir süre önce yaşadığı ve tükettiği ortada. Bundan sonra o güzel albümlere asla yetişemeyeceklerse de, yazıda bahsettiğim türde güzelliklerle, iyi müzisyenliklerle falan kariyerlerini sürdüreceklerdir.

Tüm bunların ardından kendime sorduğum soruya gelince, acaba kendimi hâlâ bir SOILWORK hayranı olarak görüyor muyum? Evet görüyorum. Yedi sene önce sorulsa “Tabii ki evet!” derdim, şimdiyse sadece “evet” diyorum. Ama diyorum. Eskilerin hatırına.




SOILWORK’ten bir klip daha

Nehirler akar gider.

SOILWORK son albümü “The Panic Broadcast“ten “Let This River Flow”a çektiği klibi yayınladı.